[Ana Sayfa ][Yazılar

Batının Şövalyeleri - Doğunun Fakirleri

Ezoterizmle Sırra Erenler - Murat Bilgili

Kitabından bir bölüm

 

IV - Ritüel

 

            Her insanın hayatında bazı davranışlar vardır ki, bunları çok az değişiklikler göstererek tekrar eder. Önemsenmeyecek kadar sıradan olanların yanı sıra, kişinin karakteri hakkında bilgi verecek kadar çarpıcı olanları vardır. Her sabah tıraş olurken aynanın karşısında kahve ve sigara içen bir erkeğin güne başlama şekli incelendiğinde tıraş-kahve-sigara üçlemesi dikkat çekicidir. Bazen takıntılı davranış olarak değerlendirilse de, her insanın hayatında benzer davranış tekrarlarına rastlanır. Bunlar çoğunlukla yalnız olduğumuz saatlerde yaptığımız davranışlardır. Hiç kimseden gizleme kaygısı duyulmuyor olsa da kendisine ait doğal gelişen bir mahremiyet içerirler. Zorunlu olmadıkça anlatılmayan kişiye ait zamanlardır. Bunların tekrarını sağlayan gereklilikten ziyade keyif veriyor olmalarıdır. Her sabah tıraş olmak zorunluluk olabilir, birçok erkeğin zaman ayırdığı bir süreçtir. Ancak sigara ve kahvenin varlığıyla bu, herhangi bir tıraştan ayrılarak kişiye ait özellik haline gelir. Tıraş olmak yüzün suyla temasını sağlar. Geceden kalan uykunun mahmurluğunu, cildin üzerinde biriken yağı ve uzayan sakalları tıraş sırasında su alıp götürür. Bu sırada içilen kahve damak tadı olarak istenilse dahi içindeki kafeinin yarattığı uyarıcı etkiyi unutmamak gerekir. Tamamen sağlığa zararlı olan sigaranın buradaki varlığı yine nikotine bağlı uyarıcı etkiye duyulan ihtiyaçtır. Bunların sağlığa zararlı olduğu bilinmektedir, amaç bunu tartışmaktan ziyade her sabah yaşanılan bu tekrara farklı açılardan bakmaktır. Tıraş-kahve-sigara üçlemesinin bir yöneticisi vardır. Bu insanın o anda karşısında durduğu aynadır. Kişi hem aynaya bakarak tıraş olur, hem de yaşadığı anın tanıklığını aynadan görerek yapar. Sakalını keserken, kahveyi yudumlarken, sigaradan nefes çekerken kendisini aynadan izler. Kimi zaman göz göze gelir ve bazen nedense kendi bakışlarından bakışlarını kaçırır. Kimi zaman saçlarındaki beyazı fark eder veya yüzündeki çizgilerde geçen yılları düşünür. Bunlar uzun anlarda yaşanmaz, sabahın telaşlı koşturmalarına sıkışmış düşüncelerdir çoğu zaman. Daha sonra gün boyu aynayla böyle bir ilişki nadiren yaşanır. Kimse “ayna sembolizm”de olduğu gibi bir değerlendirmeye girmez. Ancak o sembolizmi bilenlerin yaptığı bazı farklı davranışlar vardır. Aynaya her bakışında günün ilk merhabasını kendisine söyler ve yeni güne “merhaba” der. Sağlıklı olarak bir sabaha uyanabilmenin sevincidir bu aslında. Ve yine her sabah yapıyor olsa dahi tıraş - kahve -sigara üçlemesini yaşıyor olabilmenin mutluluğudur. Çünkü bir gün bu üçlemeden biri olmayabilir veya sağlıklı olduğu gibi narin de olan aynası da kırılabilir. Bu aynaya bakarak söylenen “merbaha” dünün sıkıntılarını, sorunlarını veya çaresizliklerini geride bırakarak yeniden bir güne doğan insanın merhabasıdır. Bir gün öncesi tüm yaşanılanlar ertesi sabah değişmeden duruyor olsa dahi değişen en önemli tek şey kişinin moral sahasıdır. O yenilenmiş, umutla yeni güne başlanmıştır.

      Bu her sabah olabilir mi?

       Neden olmasın? Olmasını bizden başka engelleyecek ne olabilir ki? Sıradan bir sabah tıraş olmak kadar basit bir işlem sırasında aynaya bakıp “merhaba” diyerek gülümsemek çoğu zaman unutulur, bazı zamanlar ise insana ağır gelir, kişi yüzünü dahi görmek istemez. Ancak “ayna sembolizmi”ni bilenler için durum farklıdır. Yansıyanın ne olduğunu, neyi ifade ettiğini düşünerek başka başka sorular sorarlar.

      Zaman insanın hayatında nitel ve nicel olarak geçip gider. Herkes kendi zamanını yaşar. En çok şikayet edilen şey ‘zaman’sızlıkdır. Değeri en az bilinen ‘zaman’dır ve sürekli yapılan çaba da kendimize ‘zaman’ ayırmaktır. Zamanın ne olduğunu bilenler onun mimarı olur. Onlar için hızla akıp giden, yokluğundan şikayet edilen veya “kendine, işine, başkalarına” ayırdığı bir zaman yoktur. Yeni bir yıla, yeni bir haftaya veya yeni bir yaşa başlamak neyse yeni bir güne başlamak da aynı şeydir. İşte her yeni günün sabahı yaşanılanlar bundan dolayı sıradan, basit tekrarlar olamaz, ancak bu davranışlara ritüel de diyemeyiz.      

     Ritüel (rit: yol) tekrarlanarak yaşanılan törensel süreçlerdir ve rit kelimesi yol anlamına gelir. Bir yola girenlerin tekrarlanarak yaşadıkları törensel süreçler ritüeldir. Bu yol, kişinin kendisini geliştirmek için girdiği çabalar sırasında aynı düşünceyle hareket edenlere katılması, onlarla beraber ilerlemesidir. Ancak, bu yolculuğu herkes tek başına yapar ve sahip olduğu potansiyel kadar mesafe kat eder. Bu potansiyel onun yaradılışından gelen içsel enerjisi olduğu gibi doğumundan itibaren o ana kadar edindiği tüm deneyim ve bilgilerin toplamıdır. Hiç kimse bir diğerini elinden tutarak herhangi bir noktaya doğru sürükleyemez. Aynı yolda yürüyenler ancak yaşadıklarını paylaşabilir, karşılıklı bilgi ve deneyimlerini birbirlerine aktarabilirler. Iç dünyaya yapılan yolculuk sırasında bilinçle bilinçdışı arasında ortaya çıkan ilişkinin sonuçlarını kişi tek başına yaşar. Ritüel uygulamalar sırasında kişinin tekrarlanarak yaşadığı törensel süreçler bilinçdışı ile bilinç arasındaki bağlantının kurulabilmesini sağlar.

     Bilinçdışının bilince çıkması libidinal bir süreçtir, libidonun sahip olduğu – insanın özündeki potansiyel – enerji kişinin benliğini kuşatır. Hayata aktarılmak üzere ortaya çıkar. Aşkın coşkusallığını, yaşama inançla bağlanışın özgüven dolu umudunu taşır. Kendini geliştirme mücadelesinin sonucunu belirleyecek olan kişinin entelektüel içgörüşü değildir. Tüm ritüel uygulamalar insanlık tarihinin ulaşılmaz derinliklerinden damıtılarak, bir kişinin değil, insanlığın eseri olarak günümüze gelir. Kişinin bu mücadelesinde sonucu onun ritüel uygulamayla olan ilişkisi belirleyecektir. Aktarım olumlu işaretler verdiği sürece, kişiyi yetkinlik zırhına büründürür ve görüşler inanca dönüşür. Bu umudun, sevginin, aşkın, hayatı kucaklayışın, yazgıya bağlanışın – amor fati –  inancıdır. Bu şekilde inanç tek başına kendi kökeninin tarihini tekrarlar; o aşkın türevidir ve varlığı aşk gibi kanıt gerektirmez.

     Bilinç insanın ruhsal yapısında dış dünyaya en yakın olan sistemdir. Dışımızdaki dünya ile devamlı alış veriş içindedir. İlişkide olduğu bir başka yer, bir sistem daha vardır. O da bilinçdışıdır. Bilinçdışında bulunanlar ilerleyerek bilince çıkamazlar. Onların tek başlarına bilince ulaşmalarını sağlayacak güçleri yoktur. Ancak dışarıdaki dünyada algılanan bir noktaya çapa atarak, ona bağlanarak, onda köken bularak bilince çıkabilirler. Bilinçdışında varolanlar onlara karşılık gelen belleğimizdeki sözsel imgelerde karşılık bulur. Sözsel imgeler dış dünyada algıladığımız sözcüklerdir. Dolayısıyla bu imgelerin her biri bilinçdışına atılan oltalar gibi takıldıklarını bilince çıkarırlar. Ancak bu ortaya çıkış bilinçli bir fikir oluşması için yeterli değildir. Sözsel imgelerin yarattığı sözel fikirler ancak onları destekleyen somut fikirlerin varlığında bilinçli fikir haline gelirler. Sonuç olarak ortada sözcükler ve semboller olmalıdır. Bilinçdışında varolanlar bir enerjiye sahiptir ve dış dünyaya ulaşma istekleri vardır.

      Ritüel uygulamadaki sözcükler ve semboller bilinçdışı ile bilinç arasındaki bağlantıyı sağlayarak bunların bilinçli fikir haline gelmesini sağlarken aynı zamanda mevcut enerjiyi de ortaya çıkarırlar. Bu duygu yoğunluğudur ve aşktan başka bir şey değildir. Bir kadına duyulan aşkın ötesinde içselleştirilerek kişiyi yeniden yaratan, tüm potansiyellerini ayaklandırarak inanç temelinde yükselen bir aşktır.  

     Ritüel çalışmalar sırasında bilinçdışından bilince çıkanlar akıl, zekâ ve bilgi tezgahında dokunan iplerdir. Tezgahın gücünü, üretkenliğini ve yaratıcılığını belirleyen akıl, zekâ ve bilgiyle birlikte çalışır.

     Ezoterik yapıyı bir küre olarak düşündüğümüzde ritüel, onu tamamen sarar. Ezoterik sisteme ait her şey kürenin iç yoğunluğunu oluşturur. Kürenin merkezinde hakikat bulunmaktadır ve ona ulaşmak için kat edilen mesafe rit (yol) olmaktadır. Kürenin çok farklı yerlerinden merkeze, hakikate ulaşmak gayesi ile yola çıkılabilir. Bu farklı yollar tek olan hakikate ulaşabilmenin mümkün olduğunu gösterse de çoğu zaman bir ana yol vardır. Eskilerden miras kalan, insanlık tarihinin deneyimleri ile oluşmuş, kişi ya da kişilere ait olmayan, tarihin içinden günümüze gelen bir yol. İşte bu yol rit’tir. Farklı yollarda ilerleyen kişi yolunu şaşırabilir, daldığı bilinmezin içerisinde yalnız başına enerjisini tüketerek umudunu kaybedebilir. Ezoterik yapıyı oluşturan rit ve ritüel buna imkan vermez.

     Ritüel çalışmalar sırasında gözle görülmese de esir maddesi gibi her an çalışmaların atmosferinde hazır bulunan bir yönetici vardır. Ritüel uygulamanın görünür şeklini idare eden kuralların yanında, sübjektif cephelerini idare eden bu düzenleyici “akıl, zekâ ve bilgi”dir.

     Antik Mısır’da Toth dünyanın yaratılışına neden olan kutsal kelimeleri telaffuz eden kutsal akıldır, zekâ ve bilgi onun özünde vardır.  O, düşüncelerin ve davranışların kaydını tutandır. Kutsal kelimelerin veya güçlü kelimelerin tanrısıdır. Adaletin ve cezalandırmanın yönlendiricisidir. Fiziki, ahlaki ve ruhsal kanunların üstadı ve kıyamet günü düşünceleri ve hareketleri tartıda ölçendir. Kayıt tutucu tanrı olarak yuvarlak güneş ve hilal şeklinde ay elementlerine sahiptir. Ayrıca yedi hüzmeli taç ile de gösterilmiştir. Toth güneş gemisi ile 365 gün yolculuk eder, dört yılda bir, bir günlüğüne gemiden iner ve bu da artık yılı temsil eder. O tanrıların içinde en gizemli olanı ve en az anlaşılanıdır. İlk çağlardan günümüze kadar hiç değişmemiştir. O diğer tüm tanrılar üzerinde otorite sahibidir. Çünkü gizli hikmetin tanrısı olarak sahip olduğu hikmet ve zekâ diğerlerini yönetmesini sağlamaktadır. Onun için bir Papirus üzerinde şu yazılıdır:

      “Sen büyük tek tanrısın, oluşumun ruhusun.”

    Mısırlıların Maat kanunlarının biri olan “kendini kendinle karşılaştır” ki şu şekilde açıklanıyordu: hayatınızı şu kuralların üzerine oturtun; “doğruluk, gerçeklik, adalet, dürüstlük ve samimiyet.” Demek ki, Antik Mısırlılar için gerçeği öğrenmenin tek yolu “gerçeğin kendisi olmaktır.”

       Bilinçdışı tüm insanlığın hazinesi olarak durmaktadır. İnsanlığın başlangıcında bir topluluk ruhu vardı, henüz oluşmamış olan bireysel bilinç yerine topluluk ruhuyla hareket ediyor olmanın sonucu olarak insanlar dünya üzerinde kalabildiler. İlkel toplumda insan başarıya erişebilmek için kendi bireyciliğini kabilenin ortak karakteri uğrunda feda etmek zorundaydı. Bütün öteki düşünceler bir tek ve en yüksek arzunun, yaşamak arzusunun uğrunda feda ediliyordu. Birey hiçbir şey sayılmazken topluluk her şey demekti. Geçen zaman içerisinde gelişerek ortaya çıkan bireysel bilinç ilk çağlardan bu yana gelişmelerin izlerini taşıyan bilinçdışından sürekli olarak aldı. İşte bu alınanları akıl, zekâ ve bilgi tezgahında dokumayı başaranlar insanlığı sanatta, felsefede ve daha pek çok alanda arkalarına alarak sürüklediler. Bu öncülerin bir çoğu ritüel törenlerin özüne nüfuz etmeyi başaranlardı. Yaşadıkları törenlerin tekrarıyla aralanan bilinçdışının kapılarından gelenler, bilinç dünyasında üretkenliğe, yaratıcılığa dönüşüyordu.

      İnsandan insana ait olmayan ne çıkabilir ki!

     Kendine zaman ayıramayacak kadar yoğun olanlar, ritüel bir tören yaşama imkanı bulunmayanlar, onların içinden de öncüler çıktı. Onlar da insanlık tarihine yön veren eserler bıraktılar. Düşünceleriyle sadece yaşadıkları çağın değil sonrasındaki zamanların da ilham kaynağı oldular. Ancak hiçbiri, ne kadını ne de erkeği, sabah “aynaya bakmayı” önemsenmeyecek kadar sıradan görmediler. Onlar güne kendi yüzünde merhaba diyebilen, uykudan uyanabilmenin anlamını kavrayan, bir gülümseyişte saklı duran umudu yaşayan, yüzdeki çizgilerin derinliğine kapılmadan, saçın bir telindeki beyaza aldırmadan, yaşam geçip gidiyor düşüncelerinden uzak, o anı yaşıyor olabilmenin inancıyla hayata inananlardı.

     Ne mutlu yeni bir yılı karşılamanın coşkusunu herhangi bir güne başlarken hissedene!

     Gün batımından güneşin doğuşuna kadar en kırgın olduğu anda dahi bağışlamayı bilene, yitirdiği her şeye karşın sahip olduğu benliğin gücünü hissedene ne mutlu!

     Ne mutlu nesnelere bakarken sadece baktığını değil, onları çevresiyle, geçmişleriyle görebilene!

     Çevresindeki her şeyin canlı cansız tüm varlıkların bir şeyler anlattığının idrakinde olup onların dilinden anlayabilene ne mutlu!

     Yaşamın, sayısız anların arka arkaya sıralanmasından oluştuğunu bilerek, değerli yaşamını en sıradan anın içinden yaratabilene ne mutlu!

 

[Ana Sayfa ][Yazılar